imam humeyni ansiklopedisi, imam humeyni, emam khomenei, imam huemyni belgeseli, imam humeyni hakkında, ücretsiz link, link bankası, reklam, ücretsiz reklam, reklamın faydaları, hitini arttır, imam zeynelabidin camii, iza gençlik, iza,
   
  İmam Humeyni Ansiklopedisi
  İMAM HUMEYNİYE ŞİİRLER
 
İMAM HUMEYNÎ’NİN MİSTİK ŞİİRLERİ VE TASAVVUFÎ RETORİĞİ

 

İslâm-tasavvuf ekolünün sınır tanımaz en güzide çalışmaları İslam medeniyetinin altın çağını yaşadığı sıralarda  –H.k. 4 ila 10. yüzyılları arasında- İran’da doğmuştur.  Gerek teorik gerekse pratik irfanın edebiyat ve estetiğini oluşturan bu eserler ve onların değerli müellifleri özelde İran tasavvuf literatürüne, genelde ise evrensel kültür mirasımıza mal olmuşlardır. Kültür ve medeniyet tarihimizin temel unsurlarından birisi olan irfan ve tasavvuf öğretisinin en önemli şahsiyetlerini yetiştiren Horasandan dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış seçkin simaların bizlere bıraktığı bu eşsiz miras yani İrfan ve tasavvuf mirası, yüzyıllardır insan sevgisi ile yoğrulmuş canların gerekli ruhi gıdasını tedarik etmiş ve bu fıtri ihtiyacı sonsuza kadar ölümsüzleştirmeyi başarmıştır.   Geleneksel düşünüş doktrininin günümüz temsilcilerinden Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr’ın “edebî formda bir kutsal sanat mucizesi” olarak betimlediği Fars dilinin “gönül dili” haline getirdiğini söylediği İran tasavvufu gerçekten de insan deneyiminin evrensel boyutu olan mistisizm üzerine oluşturulmuş dünyanın en zengin edebiyatlarından birini ve tasavvufun en zengin anlatım biçimi olan irfani şiir geleneğini yaratmıştır.  Her ne kadar İran tasavvufunun Hint panteizminden etkilendiği tartışılsa da “sabah güneşini inkâr etmenin gündüzün aydınlığına zararı olamayacağı” şüphe götürmez bir gerçektir. İran mistisizmini oluşturan İslam veya Şark klasikleri olarak da bilinen eserlerin, içselleştirilmiş maneviyatın en zengin dışavurumunu göstermesinin ötesinde gerek insan doğasına, gerekse “insanlık hâli”ne ışık tutucu mahiyetteki felsefî-teosofik açılımlarıyla, sadece Doğu halklarının duygu dünyasını biçimlemekle kalmadığı, bununla beraber Batı’nın İslâm dünyasıyla olan ilişkilerinde ve Doğuyla kurulacak köprüler için ortak paydaların belirlenmesinde de olumlu yönde rol oynadığı görülmektedir. Günümüz dünyasında artık birer “dünya klasiği” haline gelmiş bu eserler ve onların namı-bitimsiz müellifleri, bugün Batı dünyasında da geniş bir entelektüel ilgi ve sempatiye mazhar olmaktadırlar. Madonna’nın Mevlana’nın mesnevilerini şarkı sözleri olarak kullanması, birçok Batı ülkesinde cadde ve kulvarlara Sadi, Hafız ve Hayyam isminin verilmesi bunun en bariz örneklerindendir mesela. Ebul-Mecd-i Senai, Ebul-Fezl Meybudi, Ebu Said Ebul Hayr,  Feriduddîn-i Attar ve Anadolumuza mal olmuş Celaleddîn Rumî ile onları izleyen Sadi, Hafız, Cami ve Ferudin-i Iraki gibi şiiri “musiki” haline getirmiş sûfi şairler, Gazali, Suhreverdî, Dehlevi gibi sûfî filozoflar, Hucvîrî, Abdullah Ensari, Ahmed Gazali gibi edebî şahsiyetler, Hatif İsfehani, Saib Tebrizi, Amuli ve bu isimlere eklenebileceğimiz İrfan ve tasavvuf öğretisini dizelere yoğurmuş daha pek çok kişi, bu literatürünün bağrından çıkmış ve evrenselleşmişlerdir. İrfan ve tasavvuf kültürünün hiçbir dönemde sekteye uğramadığı hatta dış baskılar ve yabancı saldırılar artıkça epik kültürün aksine mezkûr kültürün yayıldığı İran’da bu armoni içerisinde gerektiği yerde olmayan gizli kahramanlarda vardır ve tarihin hemen hemen her diliminde bu gizli kahramanlar varola gelmiştir. Özellikle siyasi aktivitelerden uzak kalınmasını telkin eden tasavvufi öğretilerin tarih serüveni içerisinde yer yer bu tür gizli kahramanları doğurduğu bir gerçektir. Siyasetin kalbinde olup da duygu dünyasını, nihai ve şuhudi dünya görüşünü, yaratılışa bakışını, insanı algılayış biçimini, girizgâh İrfan öğretisinin de –tezkiye-i nefs, riyazet, seyr-i süluk v.b- ötesinde vahdeti vücut, fenafillâh ve bekaillah ilkesi ile yoğurmuş bu gizli kahramanlardan birisi de hiç şüphesiz İmam Humeynî’dir. Evet belki 70 milyonluk önemli bir ülkenin lideri, 20. yüzyılın son çeyrek diliminde dünyada ki dengeleri alt üst etmiş bir devrimin önderi olan birisinin mistik ve tasavvufi yönü bir çok kimse için enteresan gelebilir. Fakat ilmi karizmatikliğinden ziyade sade yaşamı ile gönüllere taht kurmuş, dünya malına meyletmeyen, kendisinden sonra aile fertlerinin devlet makamlarına getirilmemesini tembihleyen bir liderse neden olmasın diye de sorulabilir?!

 

Bu çalışmamızda, İmam Humeynî’nin genç yaştan itibaren kaleme aldığı 169 gazel, 97 rubai, 3 kaside, 2 musammat, 1 terci-i bend, 21 kıt’a ve 75 dağınık beyitten müteşekkil ölümünden sonra derlenen divanındaki tasavvufi retoriğini ve mistik şiirlerini irdeledik… Fakat daha önce İran şiirinin geçirdiği evreleri, edebiyat platformunu ve İmam Humeynî’nin şiirlerinin metodolojik olarak hangi kategoriye girdiğini bir ön bilgi olarak izah etmemiz gerekir.

 

 

Devrimci Edebiyattan Devrim Edebiyatına…

 

 

Üslup bilimcileri, İslam sonrası İran nazım edebiyatını dokuz döneme ayırırlar. Bu dönemlerin her biri şairin duygu dünyasını ve dünya görüşünü kendine has üslup, beyan ve ifade çeşidi ile yazdığı metodik kalıplar, aynı şekilde imajasyon, afrozim, açık hece, akrostiş, aruz,  antonim, bed’i, meani ve beyan gibi edebi sanatların dönemin revaç metodu ile hangi şiir çeşidi içerisinde kullanıldığının bir pasaparolasıdır. Bu dokuz dönemin sekizincisi Meşrutiyet, dokuzuncu ve sonuncusu ise dört ayrı kategoriye ayrılan “Yeni Üslup” diğer adıyla “Modern Üslup” dönemidir.[1] Modern üslubun ilk parçasını oluşturan “geleneksel modern şiir” temsilcileri arasında İran’ın şu önemli şair ve ediplerini zikredebiliriz. Bu cümleden; Mueyri, Celalettin Homayi, Bediüzaman Füruzanfer, Mehdi Hamid Şirazi, Emiri Firuzkuhi, Perviz Natil Hanlari, Halilullah Halili, Feridun Mütevelli v.b…Sebk veya şiir üslubu bakımından İmam Humeynî’yi de bu kategori de zikretmemiz gerekir zira bu kategoride yer alan şairler şiirlerini aruz, kafiye, redif gibi klasik şiir kuralları içerisinde gazel, kaside, rubai ve mesnevi gibi nazım türlerini kullanarak yazmışlardır. Dolaysıyla diyebiliriz ki İmam Humeynî’nin şiirleri üslup ve sebk açısından “geleneksel modern şiirler” kategorisine giriyor. Yalnız İmam Humeyni’nin şiirlerini –özellikle de hayatının sonlarına doğru yazdığı şiirleri- ayrıcalıklı kılan şey İslam Devriminden sonra oluşturulan devrim edebiyatı özelliklerini de taşıyor olmasıdır. Her ne kadar çağdaş İran edipleri böyle bir şiir üslubunun olmadığını belirtseler de Şubat devriminden sonra İran edebiyat literatüründe ciddi değişiklikler olmuştur. Şahlık sisteminden, İslam Şeriatına geçiş, 8 yıl süren İran-Irak savaşı, devrimin hemen akabinde gelen ekonomik ambargolar, dış siyasette dünya ülkeleri ile gerilen ilişkiler gibi yaşanan olumsuz gelişmeler öte yandan devrim tipolojisini oluşturmaya yönelik iç siyasete bağımlı toplumsal değişim süreci İranlının ruhunda ciddi bir erozyona sebep olduğu gibi tüm yaşananlar şiir ve edebiyata da yansıtılmış ve sisteme entegre olmuş İranlı bir anlamda kendine has “devrim edebiyatını” oluşturmuştur. Devrim edebiyatında özellikle cihat, şahadet, inkılâp gibi radikal İslami argümanlar modern İran şiiri içerisinde geniş bir yer bulmuştur. Savaş cephesinde kaybedilen insanlar savaş sonrasında dostları tarafından unutulmamış, şiirlere ve öykülere konu edilmişlerdir. Böylelikle yıllar ilerledikçe “devrim edebiyatı” da ilerlemiş, git gide İslam öğretisi ile iç içe geçirilmiş bir hal almıştır.  

 

 

Aslındaİran edebiyat literatüründe oluşmuş veya oluşturulmuş devrim edebiyatı köken olarak Meşrutiyet dönemine kadar uzanır. Meşrutiyet döneminin batılaşma hareketi içerisinde kendini bulmaya çalışan İran edebiyatı çeşitli görüş farklılıkları nedeniyle reaksiyonel bir hal almış ve sosyal yaşamın çöküntüye uğradığı yıllarda sosyalist – bir başka tabirle devrimci- bir söylem geliştirmiştir. Özellikle 28 Mordat 1332 (19 Ağustos 1953) yılında yaşanan askeri darbenin ardından Sosyalist Tudeh Partisi içerisinde yer alan aydın ve akademisyenler tarafından geliştirilen devrimci edebiyat Şubat devrimine kadar İran’da etkili olmuştur.[2] Şubat devriminden sonra ise sosyalist argümanlarla harmanlaşmış şiirler yerini İslami şiirlere yani devrim edebiyatına bırakmıştır.  

 

 

Gazel ve Rubailer…

 

 

 

İmam Humeynî’nin şiirlerini birinci, ikinci ve üçüncü dönem şeklinde üç ayrı döneme ayırabiliriz. Birinci dönem şiirleri, daha çok Horasan üslubu –sebk-i Horasan- ile söylenmiş kasideleri andırır. “Hindi” mahlasını kullandığı İkinci dönem şiirleri ise İsfahan üslubuna –sebk-i İsfehani- yakın şiirlerdir. Bu mahlasla yazdığı şiirler daha çok gençlik yıllarına ait şiirlerdir. Aşağıda ki gazel örneğinde olduğu gibi;

 

 

Dost aşığı renginden bellidir

 

Kalpsiz oluşu dar gönlünden bellidir

 

Sözünü yumuşatmak olmaz ki;

 

Bu söz, taş kalbinden bellidir

 

Sulh kapısından dışarı gelmesin dost

 

Bugün artık savaşından bellidir

 

Meyzededir, kızıl yüzünden sordu

 

Sarhoşluk güzel gözlerinden bellidir

 

Dost bu gece âşıkların ardındadır

 

Ben demiyorum şöhretinden bellidir

 

Aşkının sırrı demesin «Hindi»

 

Ben ne yapayım ki renginden bellidir[3]

 

 

Hindi mahlasını kullanmasının nedeni ise Büyükbabasının bir dönem Keşmir’de kalmış olması ve babasının da burada yani Keşmir’de dünyaya gelmiş olması hesabiyledir. Kendini bir taraftan Keşmirli gören İmam Humeynî, bu mahlası seçmiştir.  Fakat ileri ki yıllar da bu mahlas başına bayağı dert açmıştır. Nitekim 4 Ağustos 1963 tarihli İran gazeteleri Humeyni’nin bir Hint ajanı olduğunu yazarlar. [4] 1963 yılından vefatına kadar ki dönemi kapsayan üçüncü dönem şiirleri ise Iraki üslubu –sebk-i İraki- ile yazılmış Hafızane şiirlerdir. Bu dönemde en akıcı ve en lirik şiirlerini söylemiştir. Daha çok pişmanlık, geçen ömre hayıflanma, dünya ve dünya makamını yermek için söylediği beyitler özellikle gazellerinde göze çarpmaktadır. Aşağıda ki gazel bunun örnekleri ile doludur;

 

 

Ömür sona erdi yârim kapıdan gelmedi

 

Kıssam sona erdi, hüzün, gam bitmedi

 

Ölüm kadehi elime uzatıldı, Şarap kadehi asla görmedim

 

Ömrümden yıllar geçti, dilberden bir lütuf gelmedi

 

Can bülbülü şu kafeste kanatsız düşmüş yatar

 

Oysa bu kafesi kıracak kişi asla gelmedi

 

Canan yüzünün âşıkları, cümlesi isimsiz, nişansızdır

 

Lakin meşhur olanlarından bir soran gelmedi

 

Aşk kervanı onu görmeye saf bağlamış beklemektedir

 

Ne diyeyim ki! Ne yazık o can perver maşuk gelmedi

 

Ölülere ruh bağışlayan, âşıkların canını alan

 

Cahilleri bu denli kendine meftun kılan «gerçek» gelmedi

 

 

İmam Humeynî’nin özellikle gazelleri, irfan nosyonunun çağdaş bir kalemle yaratılışının bariz örneklerinden birisini teşkil eder. İrfani enstrümanların neredeyse tamamına yakınını kullanan İmam Humeynî, Sûfi veya tasavvuf edebiyatının, şarap, bade, hırka, rind, mest, put, puthane, saki, harabat, ben, zülüf gibi temsil ve rumuzlarının yanı sıra, vecd, hal, fena, hayret, talep, aşk, tevhit, gibi seyr-i süluk makamatını da işler… Aşağıda ki gazelde bunun örneklerini açıkça görüyoruz;

 

 

Ey saki! Kadehimi meyle doldur taşır

 

Ki ismi utancım olan havayı gönlümden aşır

 

O meyden dök kadehime ki gönlümü fena eylesin

 

Benliğimden söküp alsın aldatıcı varlığımı

 

O meyden dök kadehime ki gönlümü hür eylesin

 

Tüm ihtiyarımı eline alsın, batırsın makamımı

 

O meyden dök kadehime ki bu vakarsız rindler mahfilinde

 

Secdelerimi bir birine katsın, batıl eylesin kıyamımı

 

Gül yüzlülerin kutsal haremi meyhanede yok idin

 

Ki (oraya) her nereden girersem bir gül tutar yularımı

 

Kendinden bi haber pirlerin mahfiline gideyim

 

Belki canımdan söker atarlar şu efkâr-ı hamımı

 

Sen ey yokluk deryasının hızlı elçisi!

 

Vadinin sahibine ulaştır medh-i selamımı

 

Meyle bitirdim yokluk içindeki yokluk mektubumu

 

Pir-i mabede de ki; gör bu hüsn-ü hitamımı

 

 

Bir başka gazel de ise şöyle der;

 

 

Yüzüne âşık olmayan gönül, gönül değildir

 

Benine divane olmayan kişi, akıllı değildir

 

Gönül vermiş aşığın mestliği senin şarabındandır

 

Bu mestliğimden gayrı ömrüm faydalı değildir

 

Senin yüzünün aşkı bu çöllere attı beni

 

Ne yaparsın ki bu çöl sınırlı değildir

 

Kendinden geç! Eğer gönül vermiş âşık isen

 

Ki senle O’nun arasında «senden» gayrısı engel değildir

 

Aşk yolcusu isen hırkayı, seccadeyi bırak

 

Ki bu menzilde sana aşktan gayrısı yol değildir

 

Eğer gönül ehli isen sûfiliği, zahitliği bırak

 

Ki bu taifeden gayrısına bu mahfil yol değildir

 

Onun zülfünün kıvrımlarına tutunmalıyım

 

Ki divane-i âşık olana bundan gayrısı hâsıl değildir

 

Elimden tutarak bu riya hırkasından kurtar beni!

 

Ki bu hırkay-ı ruba cahilden gayrısına urba değildir

 

Ne ilim ne irfan harabatta kendine yol bulur

 

Zira âşıklar mekânı batıla yol değildir…

 

 

Bir diğer gazelinde ise maşuk’a (sevgiliye) seslenerek; vuslat-ı efsununa ram olmak için ateşgede ve puthane menzilinden geçmesi ve Hakkın tecelligâhı olan meyhanede soluklanması gerektiğini söyler. Bu geçiş süresinde ise aşığı maşuktan gafil kılabilecek her şeyi tehlike olarak görür ve hedefinden (yani maşukun vuslatından) başka bir şey düşünmez. Bir de (tarikat) yolunda biraz olsun yol kat edince gurura kapılmaması gerektiğinin altını çizerek gurur hastalığının ne kadar tehlikeli olduğuna işaret eder;

 

 

Özlem dolu bir gönülle sana doğru gelmek gerek

 

Bir şevk-i arzu ile puthaneden geçmek gerek

 

Pirimiz dedi ki; meyhaneden şifa ummalısınız

 

Her evden şifa ummaktan sakınmak gerek

 

Mah yüzünün karşısında durabilen varsa eğer;

 

Bi şek, şakk-ül kameri tansık etmek gerek

 

Pir-i meyhane (biz) uşşağın yüzüne kapıyı açtıktan sonra

 

Fetih ve zafer arzusunu gütmek gerek

 

Gönül meyin neşvesinden ululuk taslamaya kalkarsa

 

Aman dikkat! Tehlike hissetmek gerek

 

Size dostun müjdesi! Eğer bir rind kadehi başa dikerse

 

Diğer badecilerin de o kadehten tatması gerek

 

Ateşgedeyi ararken kendinden geçmelisin;

 

(Zira) yârin cefasını sineye çekmek gerek...

 

 

İmam Humeynî’ye göre ilim, özellikle felsefe hakikate ulaşmak yolunda salikin önündeki en büyük engellerden birisidir. Âşık için ise gafletin ta kendisi;

 

 

Keşke bir gün dergâhında bir menzilim olaydı

 

Ki orda sevinç ve keder, gönül muradım olaydı

 

Keşke saçından bir tutam düğüm avuçta olaydı

 

Ki düğümün açılması, her ukdenin işkili olaydı

 

Dün gece ki gönül, hicranından kararmış idi

 

Senin yâdın o mahfillin yükselen ateşi idi

 

Dostlar mahmur, dostlar meyzede, kendinden geçmiş

 

Nasipsizler ise benim gibi cem’in ehl-i aklı olanları idi

 

Gönül ehli olanlara ilim, hicaptır hicap!

 

Hicaptan sıyrılıp hakka varansa sadece cahil idi

 

Âşık, şevkten fena deryasına doğru yüzüyor

 

Bi haber o kimse ki zulmethaneye sahil idi

 

İrfan havzasından aşka gelince bir de gördüm ki

 

Okuyup, duyduğum ne varsa topyekûn batıl idi…[5]

 

 

Onun gazellerinde, aşk ve aklın bitmek bilmeyen savaşına, aklın hakikate ulaştıramayacak kadar gevşek ve zayıf yapısına yer yer vurgu yapılır. Keza felsefenin çıkmazı onun nazarında “hicabı ekber” dir;

 

 

Korkarım ki felsefe ilimleri ile övünüp diğer ilimlere alenen saldıranlar

 

Bu “hicabı ekber” de oyalanırlar da kendilerini yaralarlar

 

 

Bir başka yerde;

 

 

Istılah ve lafızdan ibaret olan ilim,

 

Hicap ve karanlıktan gayrı bir yere vardırmadı

 

Her ne kadar İlahi hikmettir desen de

 

Aşk kabesine giden yola bir an olsun salmadı

 

 

Ayrı bir tek beytinde;

 

 

İbni Sina’ya de ki; Tur-i Sina’ya varamadı

 

(Zira) Eğinik burhan sahibi hayran olur dolanır

 

 

 

Aynı şekilde aşağıdaki gazelinde de felsefenin çaresizliğine atıfta bulunarak, ilahi aşkın kişiye verdiği huzura değiniyor[6];

 

 

Gönlümüzde senin aşkından gayrısına yer yok

 

Toprağımız aşkınla yoğrulmuş, gayrısına yol yok

 

Ne İbni Sina’nın Şifası’nın ne de Esfar’ın [7]

 

Tüm o derin mevzularıyla bize bir yararı yok

 

 

Felsefe ve aklın, hakikatin künhüne erişemeyeceğini belirttiği gibi İrfandan dem vuranların da laf kalabalığı yaptığını öne sürerek bir rubaisinde şöyle der;

 

 

Dudu kuşu olmuşsun da irfandan mı söz edersin?

 

A karınca seni! Tahtı Süleyman’dan mı söz edersin?

 

Ferhat’ı göremeden Şirin kesildin başımıza!

 

Yasir olamamışken, Selman’dan mı söz edersin?

 

 

İmam Humeynî’ye göre eşyanın hakikatini ancak ilahi aşkın harareti içerisinde kavrulmuş, her zerresini hakkın sevgisi ile yoğurmuş, akıl ve düşüncesini aşktan gayrı her türlü meşgaleden temizlemiş kişi görebilir. Yine ona göre İlahi muhabbet, düştüğü yeri yakıp kül eden bir ateştir. İlahi aşkın ateşinden mahrum kalmak ise dertten ve elemden başka bir şey değildir;

 

 

Hüsn-ü ânından cana nur düştü, yok eyledi canı

 

Cana düşen aşk, derman eyledi her çile-i gamı

 

Süzgün bakışları aşığın canında bir ateştir uyandırır

 

Sanki Musa-i İmran’a görünen o mutlak-ı tecelli anı…

 

 

İmam Humeyni kelimenin tam anlamıyla bir ahlak yorumcusu olmasa da Sadi, onu az ve özlü sözleri ile büyük hakikatleri ifade edebilme kudretinin yanı sıra, ahlakçılığı ile de cezp etmiştir. Sadi’nin gazellerine yaptığı nazireler hariç bazı manzumelerinde bir Sad’i yorumcusu olmaktan çok bir ‘Sadi-Sever’  olarak karşımıza çıkıyor;

 

 

Şair eğer Sadi ise, bizim dokumalar oyun sayılır.[8]

 

 

Şiirlerinde her yönüyle tasavvufi bir heyecanın hissedildiği İmam Humeynî, vahdet-i vücut anlayışına ömrünün sonuna kadar sadık kalmış, deniz ile dalga, ağaç ile yaprak ilişkisi şeklinde betimlediği bu hekaık-i ulviye’ye Şeyh’ül Ekber İbni Arabî’nin teorize ettiği şekliyle ve Şehid’ül Ekber Hallac-ı Mansur’un yaşadığı haliyle bakmıştır. Fikren ferş-i seradan arşı süreyya’ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını melekuti ala’ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya iman kuvveti ile Vahidi Ehad’den görebilen bir bakış açısıdır onunkisi. Ona göre bütün varlık âlemi bir seyr-i nüzuli ile bir seyr-i suudidir. Yani “İnnelillah ve inne ileyhi raciun” ayetinin açılımıdır. Yani Hallacın “Enel hak” sözündeki “Ene’ zamirini enaniyet olarak algılayacak kadar derin bir bakış açısıdır bu;

 

 

Darağacına giderken  “enel hak” feryadı da neyin nesi!

 

Sen hakkı talep et! Bu “ene” bu “enaniyet” de neyin nesi!

 

 

İmam Humeynî’ye göre enaniyet ve bencillik insanı hangi makamda olursa olsun aşağılara –esfele-safiline- çekmeye yetecek kadar tehlikeli ve hayvani bir haslettir. Ona göre bu haslet sadece mestlerde ve ilahi aşkın girdabında boğulanlarda yoktur. Pozitivizmin hakikat algılayışını hiçbir şekilde uygun bulmayan ve bunları gerçek vuslata nail olmanın en büyük handikabı gören İmam Humeynî’ye göre sadece mestlerin halvetinde “egoizmin” izine rastlanmaz. Tüm ömrünü medrese ve ders halkalarında geçirmiş birisinin medreseyi de dersleri de hakka kavuşmak için engel görüyor olması ve bu duruma hayıflanması şairin şiirlerindeki diyalektik mantığına verilebilecek en güzel örnektir;

 

Derviş halkasında bir sefa göremedik

 

Mabette ondan bir nida duyamadık

 

Medrese de dosttan bir kitap okumadık

 

Minarede yardan bir seda duyamadık

 

Kitaplar içerisinde bir tek hicap yırtamadık

 

Sahifeler dersinde bir yere varamadık

 

Puthane de bir ömür heba ile geçirdik

 

Lakin dostun şu “benliğine” derman olamadık

 

Cümle akıl ve akılcılıktır bu “biz” ve “benlik”

 

Mestlerin halvetinde ne “benlik” var ne “bizlik”

 

 

Bir başka gazelinde ise nefs-i emmarenin nişanelerinden olan muktesitliği –cimriliği- yererek, her zaman ki Hafızane pişmanlığını konuşturuyor ve maksad-ı kabe dediği tarikat yoluna vurgu yaparak İslam İrfanında ki makamatı birer köprüye benzetiyor, hakeza beden denen kafesi yaramamaktan şikâyet ediyor ve kuşlara benzettiği ariflere gıpta ederek şöyle diyor;

 

 

 

Her nereye gittiysem, senden bir ses işitemedim

 

Puttan, Puthaneden gayrı bir eser göremedim

 

Afak senin yaygaranla dolup taşmış,

 

Asla şu sağır kulağımla bir sese varamadım

 

Dünya baştanbaşa bir hayat denizi

 

Miskin bende bu coşkun dalgalardan bir damla tadamadım

 

Dostlar maksadı kâbe’ye doğru çoktan gittiler

 

Nur kervanının (ardından) yola bile çıkamadım

 

Onlar bu yıpranmış hırkayı bırakıp gittiler

 

Ben ise şad-u şadan bu hırkaya sıvandım

 

Gönül sahibi âşık olup bu köprüyü geçti

 

Ben ise yine köprüye sırtımı çevirdim (ve)

 

Koşa, koşa muktesitliğin ardına koyuldum

 

Kuşların hepsi kafesleri yarıp uçtular

 

Ben ise kafeste oturmuş üzerime teller dokudum

 

Ya Rab! Acaba dostların cemi’inde bu

 

Kokuşmuş yuvadan uçtuğum günü görebilecek miyim?

 

 

İmam Humeynî şiirlerinde başında ki sarığa aldırış etmeden ehli sarığı yerecek kadar cesurdur;

 

 

Gönül dostum sen puthaneden bir kapı arala!

 

Zira burada hakka yüzümü dönerim

 

Eğer beni pirimuğan’a[9] havale edersen

 

Ayakla değil tüm varlığımla giderim

 

Yıllarca ehl-i sarığın safında bulunan ben

 

Cananı bulmuş iken korkarım ki tekrar hata ederim

 

 

Onun bazı şiirlerinde halk edebiyatımızla dikey bir benzerlik bile görmek mümkündür. Mesela Pir Sultan Abdal’ın aşağıda ki dervişlik tanımı ile İmam Humeynî’nin dervişlik tanımı neredeyse aynı. İkisi de zahirciliğe karşı, ikisi de kalbi şuhudun hırkayla, tespihle mümkün olamayacağını belirtiyor. Pir Sultan Abdal;

 

 

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil

 

Gönlü derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil

 

Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil

 

Yetmiş iki millet dahi elin, yüzün yumaz değil

 

 

Derken, İmam Humeynî bir gazelin de bakın ne diyor;

 

 

Her iki cihana gönül vermeyendir derviş

 

Açık gizli olandan alenen geçendir derviş

 

Hırka ile hangah[10] rindlerin[11] mezhebinde olmaz

 

Bu her ikisinden geçebilendir derviş

 

Başında külah olan derviş sanmasın kendini

 

Külahtan, taçtan geçip, cana gelendir derviş

 

Zikir halkası kurma! zakir yârin ta kendisidir

 

Ki zakiri ayanen tanıyabilendir derviş

 

Dostların ceminde dervişliği dillendiren

 

Hakikatte, vird-i zeban ile olmadı derviş

 

Hevay-ı nefsi ile derviş olan sûfi 

 

Kendi himmetinin kuludur, onun neresi derviş?

 

 

Hakeza;

 

 

Cennetten, köşklerden, hurilerden söz etme bana

 

Dostun yüzünden gayrı bakacak taraf yok bana

 

 

 

Derken de Yunus’un şu unutulmaz beytini hatırlatır;

 

 

Cennet cennet dedikleri

 

Birkaç köşkle birkaç Huri

 

İsteyene ver onları

 

Bana seni gerek seni…

 

 

Mehdeviyet düşüncesi veya Mehdiye olan iradet, İmam Humeynî’nin şiirlerine yansımış en belirgin özelliklerden bir diğeridir. Kırk dört beyitlik bir kasidesinde İmam Mehdi’yi metheder. Bunun yanı sıra birçok gazelinde “sen” , “yar”  veya “dost” dediği kişi İmam Mehdi’dir. Aşağıda ki gazelde bunun izlerini görebiliyoruz;

 

 

Dudağında ki bene ey dost! Giriftar oldum

 

Hasta gözlerini gördüm de hasta oldum

 

Kendimden geçtim “enel-hak” kösünü dövdüm

 

Mansur misali darağacına talip oldum

 

Sevgilinin kederi, canıma çakın düşürdü

 

İrkildim cana geldim, pazara şöhret oldum

 

Meyhane kapısını açık tutun yüzüme gündüz gece

 

Ki ben mescit ve medreseden bizar oldum

 

Zühd, riya postundan sıyrıldım, köhne hırkaya büründüm

 

Ki bu harabat hırkasıyla sak-ı seferber oldum

 

Şehrin vaizi öğütleriyle yaraladı beni

 

Rind-i sakinin elinden içmeye mededkâr oldum

 

Bırakında söz edeyim şu puthaneden

 

Meyhane putunun eliyle ben (gaflet) uykumdan oldum[12]

 

 

Can-ı Cihan yani “yeryüzünün asli rüknü” olarak gördüğü İmam Mehdi’yi [13] ima eden bir başka gazelinde ise şöyle diyor;

 

 

Sana gönül bağladım, senden gayrısı yok bana

 

Senden gayrı ey can-ı cihan! Feryadıma koşan yok bana

 

Suretinin aşığıyım ey eşsiz benzersiz gül!

 

Yemin olsun Allah’a ki, senden gayrı heves yok bana

 

Seninleyim senden bir an olsun ayrı düşmedim

 

Ne yapabilirim ki; kafile çanı çalacak[14] yok bana

 

Üzerinde ki perdeleri kaldır! Yeminler olsun sana ki;

 

Yüzünü görmekten gayrı bir istek, arzu yok bana

 

Eğer yok isen gideyim ey hovarda ki hicaplı!

 

Kutsallık sinek kanadı gibidir, hiçbir değeri yok bana

 

Cennetten, köşklerden, hurilerden bana söz etme

 

Dostun yüzünden gayrı bakacak taraf yok bana…

 

 

İmam Humeynî birçok şiirini özellikle rubailerini gelini Fatıma Tabatabai’nin ısrarları üzerine söylemiştir. Bazı rubailerinde gelinine “Fati” mahlâsı ile hitap ettiği ve direkt ona seslendiği görülmektedir. Hem gelini hem de öğrencisi olan Tabatabai’ye hitaben yazdığı veya kendisinin söyleyip de gelininin not aldığı nasihat içerikli rubailerine birkaç örnek verecek olursak;

 

 

Fati! Dosta doğru seyahat etmen gerek

 

Kendin, kendiliğinden geçmen gerek

 

Varlığının kokusunu sana getiren her marifet

 

Yoluna çıkan bir zebelladır, korkup kaçınman gerek

 

 

Bir başka rubaide ise gelininin kendisinden şiir söylemesini isteğini şu beyitler ile betimler;

 

 

Fati benden irfani bir name istedi

 

Basit bir karıncadan tahtı Süleyman istedi

 

Sanki «ma arefnake»[15] yi işitmemiş o dem ki,

 

Cebrail ondan Rahmani bir nefes istedi

 

 

 

İmam Humeynî bazı gazellerinde kimi klasik şairlerin şiirlerine nazire yapmıştır. Nazire yaptığı şairler arasında Hafız, Mevlana, Sadi, Feyyaz-ı Lahici, Hatıf İsfehani ve Evhadüddin-i Kirmani gibi şairler gelir. Mesela aşağıdaki beyit, Hafız divanının ilk beytine aynı vezin, redif ve kafiye uygulanmak suretiyle nazire edilmiş bir beyittir.

 

 

Ey saki! Gönül hasretini söküp at yüreklerden

 

Ki kadehin, müşküllerin esrarına bir çare bulamadı.[16]

 

 

Rubailerde Şeyh-i Şuyûh-ı Rum Evhadüddin-i Kirmani ile adeta yarışır. Kirmani’nin aşağıda ki rubaisine;

 

 

Beş altı kişi hayatı oyun bilir

 

Onu kısa veya uzun bir ölçü bilir

 

Marifet pınarından o kişi su içer ki,

 

İbranice, Türkçe ve Arapça bilir

 

 

Şu şekilde cevap verir (nazire yapar);

 

 

Üç kişi hayata gönül verir

 

Onu sonu gelmez bir eğlence bilir

 

Hakikat yoluna bir kere giren

 

Ne felsefe, ne hadis, ne fıkıh bilir…

 

 

Hz. Mevlana’nın Divanı Kebir’de ki;

 

 

O gül yüzlü Yusuf geldi

 

O İsa-i zamane geldi

 

 

Beyitleri ile başlayan gazeline ise şöyle nazire yapar;

 

 

Sus! Söz söyleme yar geldi

 

Misk-i amber perçemli[17] geldi

 

Kapıyı açtı, nikabı [18]attı

 

Hicapsız bakın, Nigar[19] geldi

 

O tekti, kimse yoktu yanında

 

Yekta idi, mahzun halde geldi

 

Oturdu, kapıyı namahreme kapadı

 

Sanki yar-ı garın[20] peşine geldi

 

İmsalsiz cemaline mahv olacakken,

 

Cilve-i nur gibi kenardan geldi

 

Hicabı kaldırdı attı ortadan

 

O an ki, kadehleri dizmeye geldi

 

Leyle-tül kadr [21]sabahı olunca,

 

Güneş gibi aleni benizle geldi

 

Bırak elinden çırağı, sabah oldu

 

Ol şems-i cihanmedar[22] geldi

 

Kaldır defteri, bırak kalemi

 

Sus! Söz söyleme yar geldi…

 

 

Kasideler…

 

 

İmam Humeynî’nin sadece üç tane kasidesi vardır. Bunlardan 44 beyitlik olanı Hz. Mehdi’nin na’tıdır. 45 beyitlik olanı Hz. Zehra ve Hz. Masume’nin[23] methiyesi, 47 beyitlik olanı ise baharın vasfı ile başlayan ve intizarın sevabı[24] ile biten karışık bir kasidedir. Gazellerinde ki heyecan ve coşkuyu kasidelerinde göremiyoruz ne yazık ki. Fakat doğayı anlatmada ki doyumsuz tarifi dudak büktüren cinstendir. Bir bahar sahnesini anlatırken, doğa şairlerinden az kalır yanı olmadığını gözler önüne seriyor. Hatta bir bahar manzarasını klasik doğa şairi olan Menüçehr Demğani’den çok daha güzel yorumladığını söyleyebiliriz;

 

 

Bahar gelmiş bostan olmuş kıskanır Firdevsi-i âla

 

Çimende güller açmış, nazlı yârin benzi gibi

 

Esmiş canfeza yeller, toprağa hayat vermiş

 

Bulutlar katre düşürür, beyaz inciler gibi

 

Çimenler ipek atlası andırır erguvan ve yaseminle

 

Papatyalar güller açmış, etraf Çin atlası gibi

 

Şimdi her lahza hoş kokular yayılır canfezadır, canfeza!

 

Gelincikle lale her dem, rayiha-yı amber gibi

 

Başaklarla nergislerden cihan olmuş aynen cinan [25]

 

Yaban güllerinden zemin bir Ravza-i cennet[26] gibi

 

Bağ-ı ireminkini geçti bostanda açan lalelerin sayısı

 

Gülistan şebnemin feyzinden, nigeristan-ı Çin gibi[27]

 

Kumru, keklik ve bülbül şakıyorlar hazin hazin

 

Serçe, çuğur, çik çik öter gerçek çengin sesi gibi…

 

 

 

Musammatlar[28]

 

 

İmam Humeynî’nin divanında biri 130 diğeri ise 40 mısradan oluşan iki musammat var. Bu musammatların her ikisi de muhammestir. 130 mısralık olan musammatta baharı tavsif etmenin yanı sıra İmam Mehdi’yi ve hocası Ayetullah Hacı Şeyh Abdülkerim Hairi Yezdi’yi metheder. “Gönül Sözü” adlı 40 mısralı musammattı ise son derece akıcı ve bir o kadar da duyguludur. Daha çok gazellerinde ki romantik-mistik beyitleri andıran bu musammat, tasavvuf edebiyatının tüm özelliklerine haiz olmakla birlikte vahdet-i vücut ilkesinin ontolojik statüsünü de korumuştur. Çünkü bu musammatta her zaman ki gibi insani kâmil olamamanın verdiği nedamet dillendiriliyor ve aynı şekilde Fusûs-ul Hikemin bir anlamda açılımı yapılıyor; Bu musammatta hakikati müşahede edebilen arifin tarifi yapılırken; “nefsini tanıyan (Rabbini) tanır” sözüyle Heyula’ya yani maddenin ilk cevherine teveccüh etmenin gerekliliği belirtiyor. Keza (Rabbin), insan denen meçhulü kendi suretinde yaratmış olduğu hatta insanın gerçek hakikatinin aynısı olduğu vurgulanıyor. Hal böyle olunca arifin sadece akli bir mahiyete haiz olan yani mevcud-u bilkuvve olan kesreti   “birlik veya bir” gördüğü anlatılmaya çalışılıyor. Tüm bunlar İmam Humeynî’nin “eğer on iki imamdan başkasına imamet verilecek olsaydı hiç şüphesiz bu Şeyh-ül Ekber İbni Arabî’den başkası olmazdı” dediği ve İnsan-i Kamil gördüğü İbni Arabî’ye olan bakış açısını da yorumlar.  Mezkûr musammatta “gönül sahibi pir” derken genel anlamda arif özel anlamda ise İbni Arabî’yi, “sır” derken de vahdet-i vücut ilkesini Cür’e (damla) derken de hakikat sırlarını kastediyor. İbni Arabî’nin Fusûs-ül Hikemine ve aynı şekilde Muhammet bin Hamza-i Muhammed’in “Misbahül Ûns” adlı eserine şerh düşen İmam Humeynî; remzi esrar ve şah dediği İbni Arabî’den aynı yolun yolcusu olduklarını söyleyerek teveccühünü esirgememesini istiyor;

 

 

 

...Müjde sana ey puthane sakini! Ki galip sensin               Ateşgedenin yâri sen, mest-i cihansûz sensin

 

Küfrü bertaraf eden deyrin[29]o hizmetkârısın sen             Puthanenin sırrına vakıf, ol remz-i esrar sensin

 

                                                 Belki o şah şu gedaya bir nağme-i ses verir

 

 

Ben yârenlik eylerim bade satan put ile                               Öyle bir yarenlik ki ahengi vurur dile

 

Sahibi-dil pirimiz sus dedi! Sırrı açma herkese;                 İki cihan da gelse bu yükü zor kaldırır

 

                                                Belki takdir şu sarhoşa bir neva-i hal verir

 

 

 

Ey vefa bağının gülü! Derdimizi derman et                   Bir cür’e dök (o meyden) bende-i na ferman et

 

Şaraphane dostuyuz, herkesten sakla beni                   Göz ucunla şu hakirin haline teveccüh et

 

                                               Belki o hoş sevgili, şu fakire yer verir…

 

 

Tercî-i bent[30]

 

 

İmam Humeynî, divanının tek terci bendinde aşkın hararetine, seyr-i sulûkte sabrın önemine, hadislere dayanarak küçük şirk dediği riyadan şiddetle sakınılması gerektiğine işaret ediyor. Bununla beraber tasavvufta ki sulh-u küll[31] ile seyr-i sulûkte ki tövbe, fakr[32] ve istiğna hallerine de değiniyor. Mürşit ile mürit ilişkisinde ki samimiyete vurgu yapıyor. “Enel hak” sözünü içselleştirenin dünyada ki en mutlu kişi olduğunu belirtiyor. Hak yolunun yolcusu olan âşıklar zümresinde liyakatinin yetersizliğinden yakınıyor ve şöyle diyor;

 

 

...Ey varlık sırrının nokta-i atfı!

 

Dosttan buyur şu kadehi şarabı

 

 

…Şu astarımın altında bir sır var

 

Aklım, dinim dışında bir sır var

 

Zil zurna sarhoş âşıklar zümresinde

 

Sulha, hınça, gareze nemelazımlığım var…

 

 

…Ey varlık sırrının nokta-i atfı!

 

Dosttan buyur şu kadehi şarabı…

 

 

…Onu şaraphaneye getirdi

 

Pir eliyle tövbe etsin diye

 

Artık aşktan söz etmez sanırım

 

Gönlü fakirlik görsün diye   

 

Meyhane iftihar yeri değildir

 

Baş eğenlerin günah yeridir…

 

 

…Ey varlık sırrının nokta-i atfı!

 

Dosttan buyur şu kadehi şarabı…

 

 

Kıt’alar ve Ebyat-ı Müteferrika…

 

 

Divanın bu bölümünde 21 kıt’a ve 75 ebyat-ı müteferrikadan müteşekkil şiirler vardır. Bu şiirler arasında normal bir gazelin beyit sayısına ulaşmayan ama gazel kalıbında söylenen şiirler de vardır, rubailer de… Aşağıda gazel kalıbında söylenmiş ama gazel diyemeyeceğimiz beyitlere bir örnek verebiliriz;

 

 

Bir gün gelir dergâhının toprağı olurum

 

Can-ı terk eyler yüzünün aşığı olurum

 

Ruh bahşeden kadehi lütfü elinden içerek

 

İki cihandan feragat eyler, zülfüne meftun olurum

 

Pervaneler misali bir ömür boyu mumunda erir

 

Körkandiller gibi güzel yüzünde mahv-ı mutlak olurum

 

Bir gün gelir mest olmuş rindler mahfilinde

 

En mahrem sırların bile sırdaşı olurum

 

Yusuf olurum yastığıma komaz ise başını

 

Yakup misali kokusunun aşığı olurum…

 

 

Beyitlerin eksik olmasındaki neden ise İmam Humeynî’nin bunları normal bir şair gibi oturup yazmamasından kaynaklanıyor. Bazen önüne getirilen bir gazetenin kenarına, bazen devlet erbabına gönderdiği mektupların alt kısmına, bazen de mütalaa ettiği herhangi bir kitabın kenarına şiirlerini yazdığı için divanında yer yer eksiklikler görünmektedir. Bazen de yazısı okunamadığı için beyit gelmesi gereken kimi yerler boş bırakılmıştır. Ebyat-ı müteferrika arasında on dört masumun soyundan geldiklerini için –seyit oldukları için- çocuklarını dualarla övdüğü kimi beyitlerle karşılaşıyoruz. Bu cümleden;

 

 

 

Ahmet’tir[33], Muhammet Muhtar’dandır

 

Ki Hamid-ül Hak nigehdarı olsun

 

Fatıma’nın toprağının bağrındandır Fati,

 

Ki Fatır-üs semevat kendisine yar olsun

 

 

Rumuz ve temsillerle yazılan bir başka dörtlüğünde ise zahitliği ve kuru ibadeti yererek aşka gelinmesi ve hakkın marifeti olan şarabın içilmesi gerektiğini söylüyor;

 

 

Bahar geldi züht postunu paralayın

 

Piri-muğana gidip istişare eyleyin

 

Üzüm tanelerinden tespih yapmak yeridir!

 

Meyhaneye gitmek için istihare eyleyin[34]

 

 

Yine aynı mazmunla tek beyitte şöyle der;

 

 

Bahar geldi, seccadeyi badeye tutu[35] eylemeli              Riyakâr şeyhin inadına bu ameli eylemeli[36]

 

 

 

Bir başka tek beyitte ise medresede oturmaktansa meyhane de mukim olmayı arzulayarak şöyle der;

 

 

 

Yatağımı meyhaneye kapısına serin ki;                    Saki sağar getirsin dertlerimi derman etsin

 

 

İntizar adlı gazel, İmam Humeynî’nin en duygulu gazellerinden birisidir. Bu gazeli diğer gazellerden ayrıcalıklı kılan ise son beytinde geçen “Hordad’ın yarısını bekler olayım” ibaresidir. Zira İmam Humeynî Hordat[37] ayının on dördünde yani yarısında vefat etmiştir. Bu da öteden beri insanoğlunun en kolay teslim olduğu “görünmezliğe kutsallık atfetme” duygusunu harekete geçirdiğinden olsa gerek İran toplumunda sırf bu beyitten ötürü kendisine keramet atfedilmesine neden olmuştur.

 

 

İntizar…

 

Dostun kederinden bu meygede de feryat edeyim

 

İmdadıma koşan yok ki; yüzüne ayrı kalmaktan figan edeyim

 

Feryat ve nasfet ki; meclisimizde boş vermiş bir rind yok

 

Ki üzerine titreyeyim de feryattan nasfet çekeyim

 

Sevindirdi beni kedere boğdu, cefa verdi ve vefa

 

Sefa ile minnet o kimseye ki; bana feryadı ihsan etti

 

Aşığım, yüzünün aşığıyım başka bir şeye değil

 

Hicran yüküne karşı, vuslat hasretini çekeyim

 

Senin kederinden ey yaban gülüm! Ey ulu padişahım!

 

Mecnunun cefasını çekeyim, Ferhat’ın küsküsüne döneyim

 

Sensiz olan yaşamım sona erdi yanımda olduğun halde

 

Bu işte bir sır var, gerek ola üstadıma gideyim

 

Yıllar geçmekte olaylar yaşanmakta…

 

İntizarın zuhuru için Hordad’ın yarısını bekler olayım…

 

 

Sonuç…

 

 

Gerek gazellerinde, gerekse rubai ve kasidelerinde İrfan ve tasavvuf öğretisini işleyen İmam Humeynî’nin yaşamında öne çıkan en belirgin özellik karizmatik bir siyaset adamı olmasıdır belki ama siyaset onun için asla nihai bir hedef olmamıştır. Ömrünün sonuna kadar politik yaşamdan vazgeçmemesinin nedeni kendini dini bir sorumluluk altında görmesinden kaynaklanır.[38] Bu durum belki de geleneksel tasavvuf açısından ilk bakışta çelişki gibi görünebilir fakat tarihte siyasetten kopmayan, politikadan ayrılmayan, irfanı “halkın arasında yaşayıp da, halkın rengine boyanmama” anlamında kabul eden birçok mutasavvıf gelmiştir. Tüm o teosofik beyitlerine rağmen Pir Sultan Abdal’ın Şah İsmail ve oğlu Şah Tohmasb’ın isteği üzerine Anadolu da Şiiliği yaydığı, her “gelin dostlar şaha varalım” beyitleri ile Hz. Ali’yi kastetmediği iddia edilir mesela. Kübreviyye tarikatının kurucusu Şeyh Necmüddin Kübra Moğolların Harezmî istilası sırasında, gelenekçi tasavvufun siyasetin bir cüzü olarak gördüğü savaşa katılmış ve düşmana karşı çarpışarak can vermiştir. Hakeza Horasan ve Anadolu da doğmuş birçok tarikat ve tasavvufi mektebin mutasavvıf öncülerle ortaya çıkması, yayılması politikadan uzaktı demek fazlasıyla safdillik olur. İmam Humeynî’nin şiirlerini hayatı ile karşılaştırdığımızda siyasal teoloji veya siyasal hikmet olarak adlandırabileceğimiz siyasal bir bilgelik görürüz. Öyle ki bu bilgelik, İran popüler edebiyatı çevresinde gelişmiş bir gelenektir sanki. İnsanın, içinde yaşadığı dünya ve toplum hakkında bilinçli olmasının yanı sıra sağlam bir itikada, arı duru bir maneviyata sahip olması, ahlaklı bir yaşam sürmesi ve iyi bir yönetici olabilmesi için gerekli erdemleri rumuz dili ile anlatmak isteyen popüler-siyasal bilgelik edebiyatı tanımı İmam Humeynî’nin tasavvufi ve siyasi yönüne tamı tamına uyan bir tariftir diyebiliriz… Tüm bu anlatılan ve yazılanlar çerçevesinde şunu söyleyebiliriz ki; âlemi ve insanı anlamaya çalışmak, yaratılıştaki sırrı kavramaya çalışmanın bizzat kendisidir. Bu ise Hakkı, hakkıyla bilmeyi, ilahi ve ebedi aşktan pay almayı arzulayan mutlak kararlılığı ve İnsanı kâmil olmayı simgeler. Kamil insan ise ahlaki erdemleri en iyi şekilde yaşayan ve diğerlerine örnek olan kişidir. Tasavvuf düşüncesi ise bu örnek olma mefhumuna ruhsal eğitim veren bir fenomendir. Zaten semavi dinlerin temel evrensel mesajı da ahlak değil midir? Kâinatta ki her zerre kadar Hakk’a giden yol vardır yeter ki mesajı alacak kulak, gerçeği görecek göz olsun…

 

 

 

Şiirlerde ki bazı Tasavvufi Istılahların anlamları…

 

 

Emanet:  Hakkın hakkını gözeterek, O’na itaat etmek.

 

Gönül Ehli: Gönülleri Hakkın nuru ile dolu kimseler.

 

Put: Maksat ve talep edilen mutlak varlık. Yani Hakk Teala.

 

Bade: Şarap veardı ardına gelen tecelli sayesinde aşkın hararetinde boğulmak.

 

Deniz-Derya: Hem vahdet-i vücut hem de İnsan-i Kamil anlamına gelir.

 

Ehl-i Nazar: Keşf ve şuhud makamına erenler.

 

Buse: Feyz ve batini cezbe.

 

Perde-Hicap: Âşık ve maşuk arasına girebilecek her türlü engel.

 

Tecelli: Salikin kalbinde aşikâr olan gaybi nurlar.

 

Takdir: İradeyi terk ederek Hakkın emrine teslim olmak.

 

Tespih: Allah’ı her türlü maddi taallukattan münezzeh bilmek.

 

Zülfün parıltısı: İlahi sırları saklı tutmak anlamına gelir. Ayrıca tarikatta sarf edilen sözlerin bütününe denir.

 

Cam: Salikin gönül hali, İlahi nurların belirmesi, İlahi teciliyatının göründüğü yer anlamlarına gelir.

 

Can: Rahmani nefis ve Hakkın Tecellisi anlamlarına gelir.

 

Hırka: Sufilerin riyazet ve ihraz-ı ehliyet sınavlarından sonra Mürşitlerinin eliyle giyindikleri tüyden yapılma aba. Kimi yerde maddi taallukatı simgeler.

 

Ben: Kesretin başı ile sonu olanVahdeti yani birliği gösteren imgedir.

 

Hal: Kalbi İktisaba işaret eder.

 

Halvet: Sadece Hak ile konuşmak ve ondan gayrı kimseye gönülde yer vermemek.

 

Daire-i vücut: Varlık âlemi ve aşk makamı

 

Derviş: Dünyevi taallukata aldırış etmeyen kişi.

 

Dert: Hakka yaklaştıkça salikin karşılaştığı bela ve musibetlerdir. Musibet arttıkça salikin azim ve iradesi de artar.

 

Dost-Dostluk: İlahi muhabbetin salikin muhabbetine galebe gelmesine denir.

 

Dildar: Mecazen maşuk. Hakkın Rahman sıfatına da şamildir.

 

Dilber: Kalbin tecellisi altında nurlandığı mahbup veya maşuk.

 

Benlik: Hakka olan teveccühün tam zıddı.

 

Divane: Âşık olup seyr-i suluk vadisinde dolanan.

 

Divanelik: Aşktan gelecek her şeye tamamıyla teslim olmak.

 

Yüz: Salikin durumundan haberdar olduğu tecilliyat.

 

Sır: Kelamın zahirinde gizli olup, namahremin anlayamayacağı batini söz.

 

Riya: İbadetin zahirinde de batınında da halka teveccüh etmek suretiyle Haktan uzaklaşmak.

 

Zülüf: Kimsenin haberdar olamadığı hüviyet-i gayb ve vahdet nurunu görmeye engel olan itibar ve talepler.

 

Zühd: Dünyayı zahiren terk etmek.

 

Şeyh: Kendini âlim zanneden ehl-i zahir.

 

Fena: Kulun beşeriyetinin, Hakkın Rububiyet nurunda erimesi.

 

Feyz: İlham yoluyla kalbe inen his.

 

Kâbe: Vuslat makamı, kalbin hakka iltifat ve teveccühü.

 

Kenar: İlahi sırlara vakıf olma ve onları korumak için sonuna kadar çaba sarf etmeye denir.

 

Yar: İlahi sıfat ve Hakkı zatında müşahede etmek.

 

Hicran: Salikin batini ve zahiri olarak Hak’tan başkasına gösterdiği iltifat anlamına gelir. Aynı şekilde zati tecellilerin yokluğu anlamında da kullanılır…

 

Saki: Mürşid-i kâmil, Mutlak feyiz veren anlamında da kullanılır. Aynı şekilde bazı şiirlerde “Saki-i Kevser” ile Hz. Ali’ye itlak olunur.

 

 
  imam humeyni ansiklopedisi, imam humeyni, emam khomenei, imam huemyni belgeseli, imam humeyni hakkında, ücretsiz link, link bankası, reklam, ücretsiz reklam, reklamın faydaları, hitini arttır, imam zeynelabidin camii, iza gençlik, iza,  
 
Dizi İzle Yeni Bölüm

 Dizi İzle Son Bölüm

Dizi izle yeni bölüm, dizi izle son bölüm, diziler, dizi izle, film izle, canlı dizi izle, film izle, canlı film izle, canlı yayın, atv dizileri, kanal d dizileri, star tv dizileri, yabancı diziler, kore dizileri,

 Pbm Banner

Sitemizde en son çıkan dizileri ve en yeni dizileri canlı veya dizi tekrarlarını izleyebilir ve çok keyifli vakitler geçirebilirsiniz. Sitemizde iyi eğlenceler dileriz...

Diziler:

 

Adınız:

Soyadını

Cinsiyetiniz:

Öğrenim Durumunuz:

Bize İletmek İstediğiniz Mesaj:

E-posta Adresiniz:

 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol